Birinci Dünya Savaşı boyunca kurulan ittifakları altüst eden Ekim Devrimi, Rusya'da Bolşevik partinin zaferini ilan ederken, Batı'da da, işçi hareketi içinde Marksizm'in tanımladığı yeni dünya düzenine bir geçiş olarak karşılandı. Sosyalizmin ilk vatanı olan Sovyet Rusya, devrimi Avrupa'nın diğer ülkelerine de yaymayı ilke edindi.
Bu amaçla 1919'da III. Enternasyonal kuruldu ve kısa bir süre sonra komünist partisi olarak adlandırılan Sovyet yanlısı sosyalist partiler bünyesinde toplandı. Bu partiler üzerindeki Moskova himayesi giderek arttı ve Stalin döneminde mutlak bir kontrole dönüştü. Sovyet ideolojisinin komünist partiler üzerindeki hegemonyası, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra açıkça ortaya çıkarken, Doğu ile Batı arasındaki uzlaşmazlık dünyanın gidişini belirleyen bir etken olarak derinleşti.
Bununla birlikte, kapitalist güçler karşısında düşmanlığını açıkça ifade etmiş olmasına karşın Bolşevik rejim de kısa zamanda karşı blokun temsilcileriyle görüşmelere başladı. Lenin kapitalist devletlerle savaşmadan önce onlar arasındaki çekişmeleri kışkırtmanın yerinde olacağını söyleyerek bu çelişkiyi uygun buluyordu. Böylece, SSCB'nin (Sovyetler Birliği) dış politikası onaylanmış oldu.
Sovyet rejimi, 1920'li yıllardan itibaren ulusal kurtuluş hareketlerine destek vermekten de geri kalmadı. Kapitalist devletlerin emperyalizme karşı verdiği mücadele, SSCB'yi ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımaya götürdü. Avrupa ve özellikle Asya'nın çeşitli ülkelerinden 2.000 delegenin katıldığı 1920 Bakü Kongresi, bu anlamda önemli bir olaydı. Stalin döneminde terk edilen ulusal kurtuluş hareketlerine Sovyet desteği, yeni müttefikler arayan Kruşçev ile yeniden gündeme geldi.
SSCB 1939'da Almanya'yla ittifakın bozulmasından sonra 1941'de, müttefiklerin yanında yer aldı. Reich'ın çöküşü ve Doğu Avrupa'nın bağımsızlığa kavuşmasında oynadığı rol, Sovyetler Birliği'ne bu bölgeyi kontrolü altına alma imkânı sağladı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ile Sovyetler arasında soğuk savaş baş gösterdi; bu, Berlin duvarının yıkılışına kadar sürdü. Kruşçev'in başlattığı yumuşama politikasına rağmen Sovyet Devleti, birçok bunalıma neden olma pahasına Doğu Avrupa üzerindeki egemenliğini korudu. 1985'te Gorbaçov'un iktidara gelmesinden soma, 1989-1990'da Avrupa'da komünizmin iflası, 1991 sonunda SSCB'nin dağılması, XX. yüzyılın son 10 yılında uluslararası ilişkileri kökünden değiştirdi.
SSCB sömürgelikten yeni kurtulan ülkelerde belli bir saygınlık gördü. Devletlerin federasyon biçimindeki yapısı, tüm hegemonya isteklerine karşı bir güvence gibi görünüyordu. 1955 Bandung Asya-Afrika Konferansı'nda sömürgecilik karşıtı bir birliğin oluşturulması, SSCB'nin özgürlüğüne yeni kavuşmuş devletlere olan ilgisini artırdı. Bu ülkeler, SSCB'nin büyük bir dünya gücü haline gelmesine onay verecek potansiyel birer müttefik olarak görülüyordu Böylece SSCB, Güney Asya (Hindistan) Ortadoğu da Abdülnasır yönetimindeki Mısır'ın, Suriye'nin, Filistinlilerin desteklenmesi ve Afrika'ya (Angola, Etiyopya) yönelik bir ekonomik ve askeri yardım politikası geliştirdi.