Çöllerden “vaat edilmiş” topraklara, İsrailoğulları
İsrailoğulları yüzyıllarca süren köleliğin ardından, yeni yasalarla silahlanmış ve tek Tanrı’ya inançları güçlenmiş bir halde, onları Kenan ülkesine geri götürecek bir önder buldular. Musa Peygamber. Burada İsrailoğullarının hikayesini bulacaksınız.
İsrailoğulları’nın kökeni ve göçleriyle ilgili temel gerçekler konusunda tartışma pek azdır. Görünüşe göre onlar da MÖ 2500’de, dünyanın en erken uygarlıklarının beşiği Yakındoğu’daki “Bereketli Hilal” boyunca yerleşen pek çok Sami gruptan biriydi. Kenan’ın Hiksoslar olarak bilinen Sami hükümdarları bir dönem Mısır’a bile hükmetmişlerdi.
MÖ 3000 civarında Yakındoğu’da bir dizi krallık hüküm sürüyordu. Bunlar Akdeniz kıyısında Mısır’dan kuzeye ve Dicle ile Fırat boyunca güneyde Babil’e uzanan “Bereketli Hilal”de gelişmişti.
Hilal çok daha farklı, daha çetin bir dünyaya; çöl göçebelerinin, vahadan vahaya göçen, bazen Kenan gibi daha zengin yörelere yerleşen, ancak her zaman ataerkil bir şef altında kabile kimliklerini koruyan Sami halklarının hareketli dünyasına komşuydu.

Tüm göçebeler ticarî ve kültürel bağları sayesinde güzel otlakları, iyi sulanan bereketli topraklarıyla, Mısır’ı kuzeyde ve doğuda rakiplerine ve ticaret ortaklarına bağlayan Kenan’ın kıymetini biliyor olmalıydılar. Bu göçebe halklar arasında,Hazreti İbrahim’i ataları olarak kabul eden İsrailoğulları da vardı. Kutsal metinlere göre İbrahim Peygamber MÖ 1800 civarında ailesiyle beraber Kenan’a yerleşmişti. Tarihler belirsizdir. Bazı araştırmacılar Tevrat’ta anlatılanların belki yüzlerce yıl sürmüş olan uzun bir göç sürecini özetlediğini öne sürerler. İsrailoğulları krallığındaki başka akraba kabilelerin geleneklerine de yer verilmiş olabilir. Ne olursa olsun, belli ki kabile zenginleşti ve kalabalıklaştı. Tevrat’ta Hazreti İbrahim’in torunları oldukları söylenen Yakub ve Esav da zengin adamlardı, her ikisinin de büyük sürüleri vardı ve yüzlerce insanı yönetip kendi topraklarında hükmediyorlardı. Yakub belki de kabilenin bu başarısına karşı minnetinin ifadesi olarak El Şaday veya El diye bilinen ve ülkenin kendisiyle bir olan Kenan’ın baş tanrısına tapındı. Buna göre de kendine İsrail ismini aldı: İsra-El, “Tanrı’yla kudret” demekti. O günden sonra onun kabilesi olan İsrailoğulları Kenan’ı, yani bugünkü İsrail’i kendi vatanları kabul ettiler.
MÖ 1600 civarında Kenan’da (Kanaan) bir kuraklık oldu ve İsrailoğulları’nın lideri Yakub, halkının büyük bölümünü yiyecek ve otlak arayışında Mısır’a götürdü. Mısır hükümdarı büyük olasılıkla Hiksos kökenli bir firavun olduğu için onları iyi karşıladı ve Nil deltasının doğusundaki ovalarda yerleşmelerine izin verdi. Ancak MÖ XV. yüzyıla gelindiğinde Hiksoslu hükümdarların yerini Mısırlılar almıştı ve İsrailoğulları’na karşı tavırlar da değişti.
MÖ XIII. yüzyılın başlarında, Akdeniz’in kuzeyinden gelen ve Deniz Halklarıı olarak bilinen denizci toplulukların oluşturduğu tehdit, Mısırlıların, ülkelerinde barındırdıkları yabancı gruplar hakkında gittikçe daha huzursuz olmalarına neden olunca,İsrailoğulları’na karşı düşmanlık da şiddetlendi. Böylece Firavun II. Ramses İsrailoğulları’nı köle olarak çalışmaya zorladı ve yeni doğan tüm erkek çocukların öldürülmesini emretti.
Musa Peygamber’in Eski Ahit’teki öyküsü, işte bu buyrukla ilintilidir. Musa’nın annesi bebeğini nehir boyunda sazdan örülme bir sepet içinde saklayarak ölümden kurtarmak istedi. Kutsal metinler, bebeği orada firavunun kızının bulduğunu ve sarayda kendi oğlu gibi yetiştirdiğini anlatır. Öykünün bu kısmı doğru ya da yanlış, Hazreti Musa’nın Mısırlı hükümdar aileyle yakın ilişkisi bulunduğu kesindir. Ancak bebekken ona dadı olarak kim olduğunu gizleyen öz annesi baktığı için, kendi halkıyla olan bağlarını da hiç kaybetmedi. Vahiy geldiğindeyse İsrailoğulları’nı eski ülkelerine götürmeye karar verdi.
Musa ve kardeşi Harun bıkıp usanmadan firavuna İsrailoğulları’nı bırakması için ısrar ettiler. Anlaşılan öne sürdükleri gerekçeler kadar, ülkede birbiri ardına gelen salgınlar ve başka felaketler de etkili oldu. Firavun sonunda bu felaketlerin İsrailoğulları’nın Tanrısı tarafından gönderilen birer ceza olduğuna ikna olup, esir halkın gitmesine istemeyerek de olsa izin verdi. Fakat derhal fikrini değiştirdi ve onları durdurmak üzere askerlerini gönderdi. Ancak İsrailoğullani ortadan yok olmuş, belki de Süveyş ile sahil arasındaki gölleri çevreleyen sazlıklara girmişti. İlahi etkiyle ikiye ayrılan Kızıldeniz’den (veya Saz Denizi) kaçış öyküsü de böyle bir taktikten kaynaklanmış olabilir.
İsrailoğulları’nın çölde izledikleri yol hiç bilinemedi. Bu durumun nedeni belki de, Musa’nın yollarını Mısır’a bildirecek merkezlerle bağlantıya girmekten kaçınmış olmasıdır. Sonunda Hazreti Musa halkını, Tanrı’nın ona ilk kez yanan bir çalılıkta göründüğü Sina Dağı’na getirdi. Tevrat’a göre Musa Peygamber’in uzun süren yokluğu sırasında pek çok İsrailoğlu endişeye kapıldı, Tanrı’ya olan inançlarını yitirdi ve Harun’a kendilerine başka bir tanrı vermesi için yalvardılar. O da kadınların altın takılarını eritip altından bir buzağı döktü. İnsanlar buna tapındılar. Hazreti Musa Sina Dağı’ndan, Tanrı’nın vahyettiği “On Emir”le geri döndüğünde gördükleri karşısında öfkelendi ve inançlarını koruyan Levililere puta tapanları öldürmelerini emretti.
Hazreti Musa, tövbekâr İsrailoğulları’nı gene de bağışladı; hatta Harun baş rahip olarak atandı. On Emir yazıya dökülüp taşınabilir bir sunağa yerleştirildi. Bu Ahit Sandığı gezici bir tapınaktaki ayin nesnelerinin en önemlisi olarak ortak inançların, törenlerin ve amaçların sembolü oldu.
MÖ 1250 civarında bir gün yaşlı Musa Şeria Irmağı boyunda Horeb Dağı’na tırmanıp Kenan’a baktı. Sonunda hayatının amacı gerçekleşmiş, halkını ülkesine geri getirmişti. Solunda Ölüdeniz, 80 km ileride Akdeniz ve 100km kuzeyde Celile Denizi’yle çevrelenen bu topraklar, İsrailoğulları’nın çok uzun zaman önce terk ettiği ve Tanrı’nın kendilerine vaat etmiş olduğu ülkeydi.
Aslında Hazreti Musa’nın ülkelerine geri getirdiği İsrailoğulları’nın sayısı çok da fazla olmayabilir, ancak dönüşlerinin çarpıcı öyküsü hemen hemen 500 yıl sonra yazıya döküldüğünde, Mısır’dan destansı kaçış hikâyesi artık halkın malı olmuş ve Kenan’ın tüm kabileleri onunla özdeşleşmişti. Tevrat’ta (Tora) bu konuda anlatılanlar birbirinden farklıdır ve modern tarihçiler ellerindeki pek az bulguyla bu öyküde ne kadar gerçek payı olduğu konusunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir.
Musa Peygamber artık ihtiyarlıktan ve yollardan yıpranmıştı. Vaat Edilmiş Topraklar’ı, görme hakkını elde ettiyse de oraya asla giremeyecekti. Ancak, büyük bir görevi başarmış olduğunu bilerek öldü. Halkında bir ulusal kimliğin başlangıcını oluşturmuş ve bir vatan düşünü gerçeğe dönüştürmüştü.
İsrailoğullarının dininin farkı
Bereketli Hilal’in ilk sakinleri doğanın güçlerini kontrol ettiklerine inandıkları tanrılara tapan avcı ve çobanlardı. Çiftçiliğin ve kasabaların gelişmesiyle bu tanrılar insani duygular edindiler ve insan şekline büründüler. Liderler çoğu zaman tanrısal olma iddiasındaydı ve bir insan ancak tanrısı kadar güçlüydü.
İsrailoğulları artan zenginliklerini, benimsedikleri tanrı El’in gücüne bağladılar. O da ataları gibi halkını koruyor ve bir arada tutuyordu. Daha o zamandan bu kavramlaşmada daha önce hiç olmayan bir unsur, tek tanrıcılığın kökleri yer alıyordu. El’e tapınmak, aksi halde birbirlerinden uzaklaşacak olan kabileler arasında bir bağ oluşturuyordu. Kabileler ile Tanrı arasındaki birlik duygusu o kadar güçlüydü ki, Tanrı ile insanoğlu arasında bir sözleşme, bir ahit fikrine vardılar.
İtaat, yani doğru biçimde tapınmak vatanları Kenan’a sonsuza dek sahip olmakla ödüllendirilecekti. Sosyal açıdan da bu mantıklıydı, zira Kenan’a sahip çıkmaları için birliğe ve güce ihtiyaç vardı. Bunlar, İsrailoğulları açlık nedeniyle Mısır’a gitmek zorunda kaldıklarında da gerekecekti.
Tanrı’nın yönettiği ahlak Yüzyıllar içinde inançlarına iki kavram daha eklendi ve gerçekten yepyeni bir tek tanrıcı din ortaya çıktı. Öncelikle, başka hiçbir tanrı onurlandırılmayacaktı, çünkü başka tanrı yoktu. İkincisi, Tanrı ruhanîydi ve görüntülerle temsil edilmeyecekti. Hazreti Musa döneminde El, Yahve oldu, ama sonraki devirlerde Tanrı’nın ismini kullanmak saygısızlık kabul edildi ve ona yalnızca Rabbim anlamına gelen Adonay dendi. ilk kez yalnızca fiziksel evrenin değil, ahlakî evrenin de gerisinde bulunan evrensel bir güç fikri doğmuştu. Örneğin, Yahve yalnızca zinayı değil, ona yol açan duyguları da yasaklıyordu: “Komşunun karısına göz koymayacaksın.” Yahve’yi kabul etmek kişinin kendi ahlaki durumunun sorumluluğunu üstlenmesi demek oluyordu. İsrailoğulları bu kavramın önemini biliyordu. Yeni yasalar özel bir sandıkta, yani Ahit Sandığı’nda korunuyordu ve yaşamlarının ölçütü oldu. Yaşamlarını ve ülkelerini borçlu oldukları bir Tanrı’yı ancak bu şekilde yüceltebilirlerdi.
İsrailoğulları’nın başlıca rakipleri

Yahudiler Kenan’ın, Mısır dönüşü Tanrı’nın kendilerine vaat ettiği toprak olduğunu öne sürdüler. Aslında, Ürdün’ün güneyi ve doğusundaki yerleşik üç krallığın fethedilerek o toprakların alınması gerekecekti. Kitapta Hazreti Musa’dan sonra gelen Yeşu’nun borazanlarının sesiyle Eriha’nın duvarlarını yıktığını ve ardından 31 şehri daha fethettiğini yazar. Aslında bu fetih, İsrailli göçmenler MÖ 1250’den itibaren gelirken, herhalde ağır gelişen bir süreç oldu. İsrailoğulları başlangıçta yalnızca ortadaki tepelere yerleştiler; ana yollar Mısır’ın yönetimindeydi ve Kenan’ın bütün şehirleri ele geçirilememişti. Ayrıca, İsrailoğulları’nın gelişinden kısa bir süre sonra Kenan’ın kıyılarına yerleşen Filistîler de artan bir tehdit yaratıyordu. Genel bir çatışma ancak İsrailoğulları’nın Mısır’dan gelişinden 150 yıl sonra, MÖ XI. yüzyılda çıktı ve çok uzun dönemde etkileri görülecek bir sosyal değişime yol açtı.
“Vaat EdilmişTopraklar”a yerleştikten sonra neler oldu?

İlk dönemlerde İsrailoğulları’nı kabilenin yaşlıları yönetiyordu. Bu sosyal yapı, birlikte yaşayan bir göçebe kabileler topluluğunda oldukça iyi işliyordu. Ancak Kenan’a döndüklerinde, zaman zaman kabilelerin aralarında rekabet doğsa da, ortak geleneklerin ve benzer inançların bir arada tuttuğu 12 kabilelik bir federasyon haline geldiler.
Ne var ki her biri göçebe bir kabile için çok büyüktü ve çoğu zaman ortak bir düşmana karşı birleşmeleri gerekiyordu. Yeni bir kabile yapısına ihtiyaç vardı. Ancak bu yapı, bağımsızlık geleneğine de ters düşmemeliydi.
Bu durum da yeni tipte bir liderin, bir “yargıcın” doğmasına yol açtı. Bu resmî bir unvandan çok, anlaşmazlıkları çözümleyen ve savaşta geçici liderlik edenlere verilen isimdi. Kenan’a dönüşten sonraki ilk 150 yılın kahramanı yargıçlar oldu. Şaşırtıcı bir şekilde, erkek egemen bir toplumda yargıçlar arasında bir de kadın vardı: Deborah. Son derece saygı duyulan bir diğer yargıç da Gideon’du. Gideon, 300 adamla Midyanoğulları ordusunu dağıtmıştı. Geceleri askerlerinin eline meşaleler ve borazanlar vermiş, çok daha kalabalık görünmelerini sağlamıştı.

Gideon’un becerisinden çok etkilenen bazı İsrailliler sürekli bir liderin yararlarını düşünmeye başladılar. MS 1100 civarında Filistîlerle savaş çıktığında, halkın hayatta kalması
birleşmiş bir liderliğe, hatta bir krala bağlıydı. Samuel isimli bir peygamber “seçkin ve iyi bir genç” olan Saul’un uygun bir aday olacağını söyledi. İsrailoğulları Saul ve ondan sonra gelen Davud ve Süleyman peygamberler devrinde, geleceklerini güvenceye alıp yapılandıracak liderleri bulmuş oldular.