İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye

Bu dönem Atatürk’ün vefatı ile çok partili yaşama geçiş arasındaki süreyi kapsar ve genel olarak Millî Şef Dönemi olarak isimlendirilir.

Atatürk’ün ölümü öncesinde Atatürk’ten sonra ne yaparız? gibi bir endişe söz konusu değildi. Zira genç Türkiye Cumhuriyeti, oyunun kurallarını belirlemişti ve bu kurallar çerçevesinde de İkinci Adamın kim olduğu da belliydi. Her ne kadar Atatürk’ün sağlığında İsmet Paşa geri plana çekilmiş ve başbakanlığa, devletçiliğe karşı liberalleri temsil eden Celal Bayar getirilmişse de, Bayar’ın Atatürk’ün ölümünden sonra bir iktidar iddiasında bulunması bekleniyordu. Zira iktidardaki tek partinin (Cumhuriyet Halk Partisi) bünyesi buna uygun değildi, kendini Cumhuriyet ve Atatürk devrimlerinin bekçisi sayan silahlı kuvvetler de böyle bir gelişmeye hazır değildi ve nihayet Bayar da böyle bir niyet beslemiyordu.

Millî Şef döneminin büyük bir bölümü 2. Dünya Savaşı içinde geçti. Türkiye savaşa katılmadı ama, savaşın yükünü önemli bir ölçüde üstlenmek zorunda kaldı. En verimli olması beklenen genç kuşaklarını yıllarca silah altında tuttu. Aslında Türkiye’nin 2. Dünya Savaşındaki durumunu tarafsız ol maktan çok savaş dışı diye isimler gitmek gerekir. Gerçekten Türkiye, 1939 yılında İngiltere ve Fransa ile yaptığı askerî ittifakın koşullarına hem de sonuna kadar uydu. Bu arada Almanya ile yaptığı ticarî anlaşma, bu ittifakın koşullarıyla fazla çelişmiyordu. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın bütün dünyayı sarsan ağır koşullarının altında bile iktisadi kalkınma hamlesini sürdürmeye büyük özen gösterdi. Kırsal kesimde geleneksel bilinç yerine modern bilincin olmasını amaçlayan Köy Enstitüleri gibi ciddi bir eğitim hamlesine de bu dönemde girişti. Gene bu dönemde çıkartılan Varlık Vergisi, gerek ekonomik sonuçları, gerek toplumsal sonuçları açısından üzerinde durulması gereken bir düzenleme oldu.

Savaş öncesi Türkiye

Dünyanın bütün hızıyla yeni bir savaşa doğru gitmesi Cumhurbaşkanı İnönü’nün olağanüstü yetkilerinin meşruluk temelini oluşturmuştur.

Atatürk’ün 10 kasım 1938’de ölümünden, 1946 yılı seçimleriyle çok partili yaşama geçişe kadar süren dönemin belirleyici niteliği, İsmet İnönü’nün Millî Şef adıyla tüm yetkileri elinde toplamasıydı.

Atatürk döneminin sonlarında İnönü ile Atatürk’ün anlaşmazlığa düşmesi ve parti genel başkan vekilliği ile başbakanlığa Celal Bayar’ın atanmış olmasına karşın, Atatürk’ün ölümünden sonra 26 Aralık 1938’de toplanan Birinci Olağanüstü CHP Kurultayı’nda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü oybirliği ile hem değişmez genel başkan, hem de Millî Şef olarak çıktı. Bu olgu tek parti döneminin ve İsmet Paşa’nın karakteristik sıfatı olan Milli Şef sözcüğüyle tarihsel bir kimlik kazandı. Bu tarihten sonra monolitik siyasal yapısı tek parti, tek millet, tek şef sloganı ile sembolleştirmeyecekti. Ocak 1939’da istifa edene kadar Celal Bayar genel başkan vekili olarak görev yaptı; Refik Saydam parti genel sekreterliğine getirilmişti. Aynı zamanda hükümeti kurmakla görevlendirilen Bayar’ın kurduğu kabine, bazı siyasal içerikli yolsuzluk davalarıyla yıpratıldı. İktisat vekili Şakir Kesebir, maarif vekili Saffet Arıkan ve millî müdafaa vekili Kâzım Özalp’ın istifasından sonra CHP Parti Divanı toplantısında alınan TBMM seçimlerinin yenilenmesi kararı üzerine Bayar istifa etti: kabineyi kurma görevi Refik Saydam’a verildi. İnönü’nün tek merkezli yönetimi bir yandan Milli Şef unvanıyla kurumlaştırılırken, öte yandan da parti-devlet özdeşliğini azaltmaya yönelik birtakım atılımlarda bulunuldu.

29 Mayıs 1939’da toplanan CHP 5. Parti Kurultayı’nda genel sekreterin içişleri bakanı olması uygulaması kaldırılarak, parti içerisinde Müstakil Grup adı altında örgütlenen ve daha sonra 1946 yılında feshedilecek olan 21 kişilik yapay bir muhalefet grubu oluşturuldu. Aynı kurultayda köy öğretmen ve eğitmenleriyle, köylerde tarım ve sağlık görevlisi olarak çalışacakları yetiştirmek amacıyla Köy Enstitüleri’nin kurulması kararı da alındı. Meclis’te 17 Nisan 1940’da kabul edilen Köy Enstitüleri Kanunu, CHP içinde sessiz bir muhalefetle karşılandı ve önemli sayıda milletvekili oylamaya katılmadı. Kanunun oylandığı ilk günden başlayarak giderek ivmesi artan bir eleştirilye yöneticileri ve eğitim programları solculukla suçlanan bu enstitüler, çok partili rejime geçildikten sonra da muhalefetin yoğun eleştirilerine hedef oldu ve aşama aşama kaldırıldı. Kurultaydan bir ay sonra valilerin aynı zamanda CHP il başkanı olmaları uygulanmasına son veren bir kanun kabul edildi. Dış politikada İkinci Dünya Savaşı’na giden tehlikeli sürecin bütün hızıyla başlamış olması ve tüm dünyada olağanüstü şartların yaşanması, İnönü’nün olağanüstü yetkilerine de meşru temel oluşturdu. İtalya’nın daha 1935 yılında savaşı Akdeniz’e taşımış olmasının yarattığı tedirginlik, Türkiye’nin bir denge unsuru olarak İngiltere ile ittifak ihtiyacı duymasına yol açarken, Hatay sorununun çözümlenmesi de Fransa-Türkiye ilişkilerini düzeltti.

Ancak Türk hükümeti açısından en sorunlu dönemler 23 Ağustos 1939’da Sovyetler Birliği ile Almanya arasında imzalanan saldırmazlık paktı ile başladı.

Sovyetler Birliği hükümetinin Boğazların ortaklaşa savunulmasını ve bu amaçla Montreux Sözleşmesi’nin yenilenmesini talep etmesi üzerine, Türkiye özellikle İngiltere ve Fransa ile yakınlaşarak 19 Ekim 1939 tarihinde bu ülkelerle, taraflardan birinin saldırıya uğraması halinde karşılıklı yardımlaşmaya ilişkin bir ittifak imzaladı. Ancak savaşın 1940 yılında Yunanistan topraklarına sıçraması ve İngiltere ile Fransa’nın Mihver Devletleri’ne karşı topyekûn savaşa girmiş olmasına rağmen Türk hükümetinin genel stratejisi, 1945 yılında kadar savaş dışı kalmak oldu.

Savaş yılları

Türkiye baskılara rağmen savaşın dışında kalmayı başardı.

Savaş dışı kalmak için her türlü diplomatik manevraya baş vuran Türk hükümeti 17 Şubat 1941’de Bulgaristan, 14 Mart 1941’de SSCB ve 18 haziran 1941’de de Almanya ile saldırmazlık antlaşmaları imzaladı. Bununla birlikte savaşın gerginliği hükümetin her alana müdahale etmesi gibi bir zorunluluğu getirmişti. Ekmeğin vesikaya bağlanması, Ocak 1940’da Millî Koruma Kanunu’nun kabul edilmesi gibi önlemler halkta hoşnutsuzluk yaratmasına rağmen uygulandı. Savaşın olağanüstü koşullarında kabul edilen Millî Koruma Kanunu devleti yetkilendirirken, özel girişimi de vesayet altında tutuyordu. Buna göre hükümetin müdahalesine olanak tanıyan durumlar; bir seferberlik, savaşa girme olasılığı ve Türkiye’yi ilgilendiren yabancı devletler arasındaki bir savaş halinde söz konusu olmaktaydı.

1942’de Refik Saydam’ın ölümü üzerine başbakanlığa getirildi. Saraçoğlu hükümetinin önemli icraatlarından biri 1908’den beri varlığını koruyan Mebus Seçimi Kanunu’nun yeniden düzenlenmesiydi. Saraçoğlu hükümeti bir yandan da ekonomik konulara el atarak, Millî Koruma Kanunu’nda, devletin müdahalesini azaltıcı bazı değişikliklere gitti. Yeni hükümetin aldığı kararlar, enflasyonu ve mal kıtlığını doğurdu, karaborsayı da ortadan kaldırmadı. Bunun üzerine 1942 kasımında Varlık Vergisi ve 1943 mayısında da Toprak Mahsulleri Vergisi kanunlarıyla, karaborsa ve istifçiliğe karşı iki önlem alındı. Varlık Vergisi şehirdeki savaş zenginlerini ve özellikle gayrimüslimlere, Toprak Mahsulleri Vergisi köylülere yönelikti; halktan ve parti içinden tepkiler aldı.

Tek partili dönemin sonuncusu olan 6. CHP Kurultayı, 8 haziran 1943’te toplandı; gündemde parti programı ve dış politika ağırlık oluşturuyordu. Almanya’ya karşı hükümetin olumlu tutumu savaşın sonlarına doğru artık basında da, (özellikle Tan ve Vatan gazetelerinde) eleştirilir olmuştu. Basın, yakın zaferin müttefiklerin ve demokrasinin zaferi olacağına inanıyor ve hükümete baskı yapıyordu. 1944 martında CHP içinde gerçek bir muhalif grubun ortaya çıktığı görülmekteydi. Muhalefetin başını Celal Bayar çekiyordu. Mayıs 1944’te Almanya’nın savaşı kaybetmesinin kesinleştiği sırada açılan  Irkçılık-Turancılık davası ile bağlantılı bir grup Turancı tutuklandı. Diğer yandan da basına karşı tavır alınarak, Adımlar, Yurt ve Dünya, Yürüyüş, Barış Dünyası adlı dergilerle Tan ve Vatan gazeteleri kapatıldı. Böylece muhalefetin belinin bir ölçüde kırıldığı düşünülüyordu. Ne var ki gelişmelerin ve bu arada muhalif görüş ve çıkışların önlenmesi de mümkün değildi. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun ünlü 17. ve 21. maddeleri üzerindeki tartışmalar, yasayı faşist bir uygulama olarak nitelendirmeye kadar gitti. Tartışmalar sonrasında Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü Dörtlü Takrir olarak tarihe geçen ve esas olarak demokratik kurumların serbestçe doğup yaşamasına engel olan Anayasa’daki ve parti tüzüğündeki maddelerin değiştirilmesini isteyen önergelerini verdiler. Önerge, gruptaki sert tartışmalardan sonra, bu dört milletvekilinin dışındakilerce reddedildi. Adnan Menderes ve Fuat Köprülü, sonra Refik Koraltan partiden ihraç edildiler. Celal Bayar ise önce milletvekilliğinden, sonra partiden istifa etti. Bayar, 1 Aralık 1945’te arkadaşlarıyla birlikte yeni bir parti kuracaklarını resmen açıkladıktan sonra, Cumhurbaşkanı İnönü ile görüşerek onun onayını aldı. Bu gelişme ile Türkiye’de Milli Şef dönemi sona ererken, çok partili yaşam başlamış oldu.

1945 yılında Mihver Devletleri’ne karşı sembolik de olsa savaş ilan eden Türkiye, savaş boyunca sürdürdüğü savaş dışı kalma tutumuna son vererek, Birleşmiş Milletler’e kurucu üye olarak katıldı. Bu şekilde bir anlamda faşist diktalara karşı verilmiş bir savaşın, demokrasi yanlış tarafını seçmiş ve savaş sonrası esen demokrasi rüzgârlarına da daha çok dış politikanın bir gereği olarak kucak açmış oluyordu.

Köy Enstitüleri

Başladığı yıldan bu yana tartışması süren Köy Enstitüleri Türk eğitim tarihinde özgün bir yere sahiptir.

İlköğretimin parasız olması her çocuğun okuması zorunluluğu 1913 tarihli İlköğretim Yasası’yla belirlenmiş, ancak özellikle köylerde ilköğretimin yaygınlaştırılması mümkün olmamıştı. Bir yandan eğitimin köylere kadar götürülmesi gereği, diğer yandan da gelişen yeni pedagojik görüşler, Türkiye’nin eğitim tarihinde en özgün çaba olan Köy Enstitüleri’nin kurumlaştırılmasını sağladı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935’teki 4. Kurultayı’nda, ilköğretimin yayılması için alınan bir dizi karar arasında en önemlisi, askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapan köy gençlerinin belli bir eğitimden geçirilerek köylerinde eğitmen olarak görevlendirilme imkânının sağlanmasıydı. Projeye göre; eğitmen, köye yalnız bir öğretmen olarak katkıda bulunmak ile yetinmiyor, aynı zamanda modern tarım yöntemlerinin tanıtılmasına da öncülük ediyordu. Az bir maaş alan eğitmenler, kendilerine Ziraat Bankası tarafından sağlanacak küçük toprakta üretim yaparak geçineceklerdi. 1936’da başlayan ilk uygulamada, Eskişehir’de kursa tabi tutulan 84 köylü gencin köy eğitmeni olarak başarı kazanması üzerine, konu 1937’de millî eğitim bakanı Saffet Arıkan’ın hazırlattığı bir program çerçevesinde genişletildi ve üç köy öğretmen okulu daha açıldı. Ancak Köy Enstitüleri’nin başarı kazanmasındaki esas ivmeyi, sonraki milli eğitim bakanı Hasan Âli Yücel sağladı. İlköğretim müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un da katkısıyla, 17 Nisan 1940’ta, Köy Enstitüleri Kanunu kabul edildi. İsmet İnönü’nün de hararetle desteklediği bu uygulama, daha Meclis’te kabul edilirken sessiz bir muhalefetle karşılaştı. Yetiştirilen bu eğitimcilerin, köy yaşamını tanıyan, köylülere önderlik edebilecek nitelikler taşıyan ve CHP’nin sonradan yapacağı toprak reformunu destekleyecek militanlar olabileceğinden endişe edenler çıktı. CHP’nin tek parti iktidarı döneminde sayıları hızla artan ve 1948’de 21’i bulan Köy Enstitüleri, çok partili rejime geçilince daha açık eleştirilerle hedef oldu. Nitekim Hasan Ali Yücel’den sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na gelen, yine CHP’li Reşat Şemsettin Sirer’in döneminde Köy Enstitüleri’nin felsefesi değiştirildi, 1942’de açılan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü 1947’de kapatıldı ve enstitülerin programı klasik ilköğretmen okullarının programıyla birleştirildi; daha sonra çıkarılan 6234 sayılı yasa ile tamamen kapatıldı.

Varlık Vergisi

Savaş sırasında elde edilen haksız servet ve kazançları hedef alan Varlık Vergisi uygulamada gayrimüslimlere yönelmiştir.

Varlık Vergisi, İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği ekonomik şartlarda her türlü haksız kazanç ve vurgunculuğun, karaborsacılığın doruğa ulaştığı bir dönemde, Saraçoğlu hükümetince hazırlanarak Kasım 1942’de kabul edildi. Kanuna göre savaşın başından beri elde edilen servet ve kazançların bir kısmına belki bir müsadere biçiminde, el konulabilecekti. 17 maddeden oluşan bu yasa, bütün savaş zenginlerine yönelik olarak düşünülmüş olmakla birlikte, uygulamada farklı standartlar kullanıldı. Tüm servet ve kazanç sahiplerinden bir defaya mahsus olmak üzere alınacak verginin, o yerin en büyük mülkî amiri, mal memuru, tacirler ve belediyelerden seçilen üyelerden oluşan takdir komisyonlarınca belirlenmesi ve belirlenen vergi miktarına itiraz olanağının tanınmaması, usulsüz ve adaletsiz uygulamalara yol açtı. Yasa hiçbir ayrıcalık tanımamasına rağmen vergi miktarlarının belirlenmesinde Müslüman Türklere karşı olabildiğince hoşgörülü davranılırken, ekonomide büyük pay sahibi olan gayrimüslim Türklerin ödeyecekleri vergi miktarı olağanüstü yüksek tutuldu. Belirlenen verginin on beş gün içerisinde ödenmemesi halinde de, ilk aşamada cezalı vergi ödenmesi, yine ödenmemesi durumunda zorunlu çalışma yükümlülüğü konuldu. Ayrıca vergi borçlusunun eşinin, birlikte oturan anne ve babasının ve çocuklarının varlıkları da el konulabilecek mallar kapsamına alındı. Bu şekilde toplam Varlık Vergisi tahsilatının yüzde 55’i, küçük bir azınlık oluşturan gayrimüslim Türklerden toplanmak suretiyle, bu kesimlerin elinde biriken sermaye zorla alınmak istendi. Vergisini ödemeyen 2 000’in üzerinde vatandaş çalışma kamplarında toplanırken, bütün bu kargaşalar içerisinde bunlardan 21’i bu arada hayatını kaybetti.

Varlık Vergisi uygulaması yalnızca Türkiye’de değil müttefik devletler arasında da yankı buldu. Almanya’nın savaşta başarılar kazandığı bir dönemde uygulanmaya başlanması ve vergi kapsamına alınanlar arasında Yahudi ırkından mükelleflerin çok olması, Türk hükümetinin ırkçılık suçlamalarına hedef olması sonucunu doğurdu. Nitekim gerek dış baskıların artması ve gerek iç siyasal ortamda bu vergiye muhalefet yoğunlaşması sonucunda, Varlık Vergisi Kanunu müttefiklerin zaferini de belgeleyen konferanslar öncesinde kaldırıldı.

20200510 163044
3-6 Aralık 1943 tarihinde gerçekleşen Kahire Konferansı. Konferans arasında İnönü, Roosevelt, Churchill ve Türk Heyeti üyeleri

Makale ne kadar kullanışlı?

Değerlendirmek için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama 5 / 5. Oy sayısı: 1

Şimdiye kadar oy yok! Bu gönderiyi ilk değerlendiren siz olun.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Follow by Email
YouTube
WhatsApp